Hürrem | Konular | Kitaplar

Vak’a-i Hayriye Gerçekten Hayırlı Bir Vak’a mı?

Şimdi Osmanlı tarihinin üzerinden sis perdelerini aralayalım ve genel tarih bilgilerinin aksini söylediğiniz noktalara temas edelim. Mesela Osmanlı sisteminin belkemiği Yeniçeriliğin kaldırılışı… Yeniçeriliğin kaldırılışında bir yabancı parmağı mı var? Çünkü yeniçeriler isyan etti bahanesiyle ortalık karıştırılıyor, askerlere akıl almaz iftiralar atılıyor ve Sancak-ı Şerif açılarak Yeniçerilerin tepesine biniliyor. İşin daha ilginci bundan sonra olanlar; İngilizlerle Ticaret Antlaşması, Tanzimat Fermanı; yani Batı’nın iç işlerimize müdahalelerinin meşrulaşması. Sanki bir operasyon yapılıyor. Yoksa bütün bunlar bir komplo teorisi mi?
Yeniçerilik, kuruluşundan kaldırılışına kadar tek bir kurum gibi gözükmesine rağmen aslında asırlar içerisinde gerek askerî, gerek sosyal, gerekse zihnî düzeyde birden fazla yeniçeriliğin yaşadığını bilmemizde fayda var. 14. yüzyılda kurulurkenki yeniçeri ocağı ile 1826’da kaldırıldığı zamanki yeniçeri ocağını tamamen aynı kurummuş gibi ele almak yanıltıcı olur. Yüzyıllar çok şeyi alıp götürmüş ve çok şeyi de eklemiştir bu kurumun yüzüne.
Mesela ateşli silahların orduların yapısı üzerindeki etkileri yeterince incelenmiş değildir bizim tarihlerde. Oysa 15. yüzyıldan itibaren topçu ve tüfekçi birliklerinin savaş makinesinin bünyesine girişi, bir yaya kuvveti olan yeniçeriliğin alanını giderek daraltmış ve savaşlarda netice alıcı konumdan onu hızla uzaklaştırmıştır. Böylece ateşli silah teknolojisinin gelişimiyle birlikte Osmanlı merkez ordusunun içinde savaşın neticesine tesir bakımından giderek marjinalleşen yeniçeri birliklerinin ne yapılacağı bir sorun teşkil etmeye başlamış ve bunun halline yönelik çözümler düşünülmüştür. Biliyorsunuz, zaman zaman yeniçeriler terhis edilip sokağa salınmış ama savaşmasını bilen ve bir komutanın emri altında yaşamaya alışmış bu güçlü kuvvetli insanların, yaşanan Küçük Buz Çağı sebebiyle toprağını terk edip şehirlere göçmüş bulunan işsiz güçsüz ve gayrımemnun bir kitleyle buluşması, yıllar boyu devam edecek olan Celali İsyanları’nın fitilini tutuşturacak ve bir yığın asayiş problemi doğuracaktır. Yani devlet ne bünyesinde bu kadar irileşen ama savaş sırasında etkisizleşen bir gücü barındırabiliyor, ne de onları sokağa salabiliyordu. Bir karar vermesi lazımdı ama. Bu karar, yeniçerinin sivilleştirilmesi yönünde verildi. Evlenmelerine, yurt yuva kurmalarına, çift çubuk sahibi olmalarına, dükkân açıp ticaret yapmalarına izin verildi. Sivil hayatla kaynaştırılarak hem yeni bir Müslüman tüccar zümresi oluşturuldu, böylece piyasalar üzerinde devletin hem içinde, hem dışında yeni bir Müslüman sınıfın denetimi başlatıldı. Artık yeniçeriler, ulemanın yanında ikinci bir destek daha bulmuş oldular kendilerine: Esnaf ve zanaatkârlar. Yani loncalar. Böylece giderek Osmanlı sisteminin kamuoyu oluşturma, gerekirse dezavantajlı kesimlerin sözcülüğünü yapma ve onlar adına hak arama gibi görevleri üstlenen bir nevi “üçüncü güç” haline geldiler. Şimdi böyle bir güce artık biz I. Murad zamanında (1362) kurulmuş olan kapıkulu ocağının bir şubesi gözüyle bakamayız. O zamanki yapı ile 1826’daki yapı, adı aynı kalsa da, büyük ölçüde değişmiş bulunmaktadır. Yani sivilleşen bir yeniçeri ile sadece savaşmak için yetiştirilen bir yeniçeri arasındaki fark, 14. yüzyıldaki bir esnaf ile savaşçı bir yeniçeri arasındaki farktan az değildir. Yani önce sivilleştir, sonra da niye savaşmıyorlar diye onları suçla. Propogandanın ve galiplerin etkisi böyle bir şey işte.
O zaman da 1826’da Üss-i Zafer adlı buram buram propaganda kokan kitapta yazıldığı gibi yeniçeri ocağı bir haşerat sürüsü, savaşmayı unutmuş bir başıbozuklar topluluğu olarak suçlanabilir mi? Eğer yeniçeriler devlete rağmen savaşmayı unutmuş, dükkan açıp ticarete yumulmuşlarsa, bunun cezasını vermeyen devlet kendinde aramalı değil midir kabahati? Neden engel olmamıştır? Engel olamadığı bir gelişmeden dolayı ocağı suçlayıp kapatmanın, üzerine topları çevirerek yakıp yıkmanın manası ne olmalıdır? Besbelli ki, bu bir tasfiye sürecidir ve Osmanlı sistemini tıkayan bir tıkaç haline gelmiştir yeniçeri. Islahat çağında merkezileşmek isteyen merkezi idare, her reform adımında kazan kaldıran yeniçerinin kahrını daha fazla çekmeye niyetli değildir. Bu yüzden de kilit sökülmeli, “şer güçler” temizlenmelidir. Vak’a-i Hayriye’nin anlamı budur.
Tabii bir de dış boyutu var meselenin. 18. yüzyıl boyunca, özellikle de 19. yüzyıl başlarında İngiliz elçilerinin sık sık şikayet ettiklerini görüyoruz yeniçerilerden. Limanlara düşük gümrükle gelen ucuz İngiliz mallarından haraç alarak Londralı burjuvalara tatlı kâr fırsatı bırakmayan yeniçerilerin hamallar ve kayıkçılar gibi yan elemanlarıyla birlikte liman gümrüklerini ellerine geçirdiklerini görüyoruz. Böylece kapitülasyonlardan gelen haklarını bile istedikleri gibi kullanamadıklarına şahit oluyoruz İngiliz kapitalistlerin. Bir an önce Osmanlı da “liberal” ekonomiye geçmeli ve liberal ekonomiye giden yolda en büyük ayak bağlarından birisi olan yeniçeri ocağı lağvedilmelidir. İngiliz kapitalizminin bu isteği, defalarca iletilmiştir Babıali’ye. Ve III. Selim’in yapamadığını II. Mahmud başarmış, 1826 Haziran’ında Karacehennem İbrahim Ağa’nın topları, Etmeydanı’ndaki yeniçeri kışlasını yerle bir etmiştir.
Operasyon şimdilik tamamdır. Ön, açılmıştır. Ardından reformlar ve antlaşmalar birbirini izleyecektir. Komplo mu? Hayır, tarih…