Hürrem | Konular | Kitaplar

18. Yüzyıl Gerileme Değil, Malî Rahatlama Dönemidir

Osmanlı tarihini anlatırken sosyal bilimlere ve özellikle tarih biliminin alt disiplinlerine başvuruyorsunuz. İktisat tarihi bunlardan birisi. Bu pencereden bakınca “gerileme” diye adlandırılan dönemde bir “gerileme” söz konusu olmadığı anlaşılıyor. Ama askerî tarihten bakıldığında bundan farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Dolayısıyla alt birimlerine göre farklılık arz eden bir Osmanlı tarihi var ortada. Bu durumda hangisini esas alacağız?
Braudel’in çok meşhur bir sözü vardır. “Bugünü anlamak için bütün tarihi seferber etmeliyiz” der. Tarihin cazibesini açıklayan ışıltılı bir tespit bu. Zira tarih, zannedildiğinin aksine geçmişe dönmek için değil, yaşayan, kanlı canlı bugünü ve geleceği aydınlatmak için okunup incelenir. Bu yüzden de aslında tarih okurken zihnimizde hep bugünkü sorunlar gezinir durur. Onları çözmek ve anlamak için okuruz tarihi. Bugünün içimizde açtığı boşluğu geçmişin sesleriyle doldurmaya, onlardan destek bulmaya çalışırız. Velhasıl, geçmişi geçmişe dönmek için değil, bugünü çözmek için öğreniriz. Bunun için de, elimizdeki bütün imkânları geçmişe doğru seferberliğe çağırmalıyız.
Bu anlamda sosyal bilimlerin, hatta matematik, istatistik, demografi gibi bilimlerin de tarihimizi anlamak uğrunda seferber edilmeleri gerekmektedir. Sözünü ettiğiniz iktisat tarihi de bu disiplinlerden bir tanesi. İktisat tarihi, özellikle Ömer Lütfi Barkan’ın çığır açıcı çalışmalarından itibaren Osmanlı tarihinin en fazla işlendiği alanlardan birisi olmuştur. Bugün Halil İnalcık hoca başta olmak üzere Mehmet Genç, Şevket Pamuk, Huri İslamoğlu, Donald Quataert, Nely Hanna ve Roger Owen’ın isimleri, bu hızla gelişen alandan birkaç damladır sadece.
Bu araştırmacıların zengin arşiv malzemesine ve yeni bir metodolojiye dayanarak ortaya koyduğu sonuçlar bizi şaşırtıyor her seferinde. Mesela Mehmet Genç’in ufuk açan tespitleri. Bizim “gerileme” döneminde yer aldığı için küçümsemeyle baktığımız o karanlığı bol 18. yüzyılda bir mucize görmüştür kendisi. Avrupa ülkeleriyle mukayese edildiğinde Osmanlı maliyesinin bütün kaybedilen savaşlara, toprak ve insan kayıplarına vesaireye rağmen vergi oranlarında mühim bir yükseliş kaydedilmemiş görünmektedir. Oysa aynı dönemde bazı Avrupa ülkelerinde vergi oranları 30, 50, hatta 100 kat artmış görünüyor. ‘Acaba bu dönemde üretim mi düşmüş de vergiler bu kadar aşağıda seyretmiş?’ diye baktığınızda bunun da geçerli olmadığını, 16. yüzyıla göre 18. yüzyılda üretimin miktar olarak arttığını görüyorsunuz. O zaman mesele daha da çetrefilleşiyor. ‘Yoksa devlet intihar mı ediyordu?’ diye sormanız bile mümkün bu durumda. Oysa 17. yüzyılın Avrasya çapında vurup geçen büyük bunalımını atlatma taktiklerinden birisi olarak merkezîyetçilikten uzaklaşma eğiliminin Osmanlı idaresinde ağır basmaya başladığını müşahede ediyorsunuz iktisat tarihi üzerine yapılan çalışmalardan.
Sanıyorum Dina Rızk Khoury’nin verdiği bir örnek yeterince açıklayıcıdır. Halep’e gelen bir vali, şehrin ileri gelenlerini toplar ve onlara ekonomik durumun nasıl düzeltileceğini sorar. Kodamanlar hemen küçük esnaf ve çiftçiden vergi toplanmasını tavsiye ederler. Onları dinleyen vali, kendilerine bir oyun oynamaya karar verir. Kodamanları bir ziyafete çağırır. Önce herkesin önüne kuş eti servis ettirir. Bir güzel yerler ama karınları doymaz tabiatıyla. Arkasını beklerler. Bir süre sonra içi doldurulmuş bir koyun gelir sofraya. Bu defa herkes bir güzel karnını doyurur. Sonra sözü alır valimiz ve şunu söyler: Halktan toplanacak vergi şu kuş kebabına benzer ki, ne bizim karnımızı doyurmaya yeter, ne de kuşu kestiğimize değer. Ama şu koyunu gördünüz, hepimizi nasıl da doyurdu! Şimdi pamuk eller cebe bakalım. Kuş etiyle beni uğraştıracağınıza, şehir için gereken parayı sizden toplayacağım. Kendisine “Allah’tan kork!” diyenlere de şu cevabı yetiştirir: Hem öbür dünyada 3-5 kişiyle uğraşmak, binlerce kişiyle uğraşmaktan daha kolaydır.
Şimdi Osmanlı’nın bu politikasının yaygın bir şekilde uygulandığı dönemin özellikle 17. yüzyıl ve sonrasına rastladığını görüyorsunuz. Yani iltizam rejiminin yaygınlaştığı yüzyıllarda. Devlet bir bakıma bugünkünden de “ileri” bir özelleştirme yapmakta ve bırakın yalnız timarları satmayı, görevleri dahi satmakta ve böylece hazineye külliyetli miktarda nakit para girişini hızlandırmaktadır. Dikkat edilsin, azil yetkisi bile “ekonomik” bir enstrüman olarak kullanılmıştır (elbette tek ölçü o değildi ama sonuçları bakımından her azil kararı, hazineye taze para girişi demekti). Böylece koca 18. yüzyılın büyük bir kısmı hem mali açıdan bir genişleme dönemi olmuş, hem de ekonomide belirgin bir derinleşme sağlanmıştır. Palmira Brummett bu gerekçelerle Osmanlı Devleti’ni “tüccar devlet” diye adlandırmaktadır ki, çoğumuzun zannettiği gibi salt askerî bir devlet olduğu iddiası çok su götürür Osmanlı’nın.
18. yüzyılda, 1739’da Belgrad Antlaşması’yla Karlofça’daki kayıplarını geri alan ve büyük bir felaketle sonuçlanan 1768 Rus savaşına kadar iktisadî istikrarını koruyup piyasaları derinleştiren Osmanlı Devleti’nin gerilemiş olduğunu söylemek, en basitinden sınır takıntısıyla izah edilebilir. Yani bir devletin sınırları küçülünce herşey kötüye gider mi demek istiyoruz? Şairler daha kötü şiir yazmaya, bilim adamları araştırma masasını terk etmeye, asker daha kötü savaşmaya mı başlar sınırlar küçülünce? İlle kazanmak mı gerekir? Hep sonuçlarına göre mi değerlendireceğiz eylemlerimizi? Kaybedersek imanımız az, kazanırsak imanımız çok mudur? İmanlı olup da kaybedemez miyiz yani? Ya da tersi: İmanımız zayıf olup da kazanamaz mıyız? Neden “zafer” ile “iman”ı böylesine anlamsız bir terazide tartmaya çalışıyoruz ki?
Nereden bakarsak bakalım, “gerileme” kavramının tarihimizin göbeğine bu derece keyifle kurulmuş olması, bakışlarımızı bulanıklaştırmakta, tarihimiz içindeki hakiki cevherleri görmemize engel olmakta, en fenası da, kendimize asırlardır yenilmiş, zelil olmuş, çürümüş bir milletin çocukları olarak bakmamıza sebep olmaktadır. Bunun bedeli de kendisine, ülkesine, toplumuna ve devletine güvenmeyen, “Kaçacaksın bu memleketten!” sloganıyla ifade edilen bir eziklik psikolojisini beyninde taşıyan tiplerin üniversitelerimizin kampüslerini istilası şeklinde ödenmektedir bugün. Demek ki tarihte işlenen bir hatanın bedeli, tarihe değil, gerçekte bugüne, bugün yaşayanlara ödetilmektedir. Öyleyse tarih, bugündür. Bugünü okur gözlerimiz tarihte.