Hürrem | Konular | Kitaplar

DEVLETİN TEMELİ EZAN VE KUR'AN

1921 yılı başlarıdır. İstanbul, düşman işgali altında bulunmaktadır. Millî Mücadele henüz devam etmekte, vaziyet ortada görünmektedir. Uzun müddettir Fransızların muhasarası altında bulunan ve topa tutulan Antep'te halk, çetin savaşlar verdikten sonra teslim olmaya mecbur kalmıştır... «Türklerin elinden İstanbul'un alınacağı» söylentileri etrafa yayılmaktadır...
Şâir ve yazar, Dârülfü'nun edebiyat müderrisi Yahya Kemal (Beyatlı), üzüntü ve sıkıntısını hafifletmek, bir teselli bulmak için Topkapı Sarayı'nı ziyarete gider.

Kendisini gezdiren dostu ile birlikte sarayı dolaşırlar. Hırka-i Dairesi'ne yaklaştıklarında Şâir'in kulağına bir Kur'ân sesi gelir.

Revan Köşkü'nde gezerken kulağıma derinden bir Kur'ân sesi geldi. Birdenbire, İslâm mîmârîsini gördüm. Çünkü İslâm mimarisinin içine, bir rûh gibi, muhakkak, rahle başında bir Kur'ân sesi lâzım. O ses olmadığı zaman, bu mimarî kuru bir şekilde görünüyor. Bu fikrimi rehberim Lütfü Bey'e söyledim. Ve bu Kur'ân sesinin nereden geldiğini sordum.

«Hırka-i Saâdet Dairesi'nden!>> dedi. Yavaş yavaş sesin geldiği pencereye yaklaştım. Baktım; yeşil, yemyeşil rûhânî yeşil bir dâire, pencereye arkasını çevirmiş bir hâfız, öteki âleme dalmış bir rûhun istirâhatiyle okuyor; diğer bir hâfız da gözlerini yummuş bir köşede tesbihini çekerek bekliyor.

Rehberim Lütfü Bey'e sordum, «Hırka-i Saâdet'de ne zamanlar bu hatim indirilir?» Lütfü Bey gülümseyerek kulağıma dedi ki: «Her gün! Her saat! Dörtyüz seneden beri geceli gündüzlü bilâfasıla...»

Hayretten gözlerim kapanmış dinliyordum!

Lütfü Bey biraz malûmat verdi: «Yavuz Sultan Selim hilâfetin alâmâtı olan Hırka-i Şerif, Sened-i Şerife ve diğer Emânât-ı Mübâreke'yi Mısır'dan İstanbul'a hatimler indirterek getirmiş; İstanbul'a vardığı gece, Sarayda yüksek bir mevki'e yerleştirmiş; mimarbaşı ve ustalar, asıl tevdî olunacak maüaamı harıl harıl inşâ ederlerken, sefer yorgunluğuna bakmaksızın, sabaha kadar ayakta beklemiş. O gece, geceli gündüzlü Kur'ân okunması için bir vazife tertip ederek, kırkıncısı bizzat kendi olmak üzere kırk hâfız tâyin eylemiş. İşte o günden bu âna kadar, bu dâirede bir sâniye tevakkuf etmeksizin Kur'ân okunuyor. Bu hâfızlar el'an kırk kişidir. Dâimâ ikişeri nöbetleşe vazifelerini ifâ ederler. Bugün de bu İsi hâfızın nöbeti» dedi. (14.2.1921)

Bu gece, bu saat, ben burada bu satırları yazarken Hırka-i Saâdet Dâiresi'nde Kur'ân okunuyor! Siz bu saat benim bu satırlarımı okurken Hırka-i Saâdet Dâiresi'nde Kur'ân okunuyor! Tam dörtyüz seneden beri de böyle fâsılasız okunmuş.

O günden beri bu düşünce bir saat rakkası gibi hâfızamda sallanıyor. O günden beri Hilâfetin Türk kalbinde ne kadar derin bir temeli olduğunu duydum. Hilâfet makarrı olan İstanbul'da, böyle bir makaamın yanında, dört asırdır durmamış bir Kur'ân sesi olduduğunu bilmezdim, Nice Türkler, hattâ nice İstanbul'lular da bilmezler. Bu sarayın içinde, dörtyüz seneden beri olmuş ihtilâller, haîliler; kıtâller bu Kur'ân sesini bir an susturamamış. Bu hâdiseyi idrâk ettikten sonra İstanbul'dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu şüpheyi halleder gibi oldum.

Mütareke'nin kara günlerinde, mâzideki güzel hâtıraları anarak teselli bulmak isteyen Yahya Kemal, bir başka gün de Edirnekapı'sına gider. Fetih ordusunun muhasara ve hücumlarını düşünür:

Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakküf etti. Fâtih'in Edirne'den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 (1453) senesinin baharını hissettim. Edirne'den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan o Fâtih; Kostantaniyye fethine dâir bir hadis'in müjdesini hisseden o asker; târihin en büyük faslını açmağa gelmiş olan o ejder gibi toplar Gelibolu'dan gelen o binbir yelkenli beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı.

Elli yedi gün süren muhâsarada ihtiyar Ak Şemseddin'in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: «Ya Müfettihe'l-ebvâb!>> diye bağırdığı tepelerden surlara baktım. (...) O büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci bütün kalbimde hissettim. (...) Fakat bu gördüğüm rüya mâziydi. Birgün Ayasofya minâresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca, günde beş defa okunmuş olan bu ezan hâli vâki'di. Bu ezanı dinlerken, Fâtih'i asıl mânâsıyla ilk defa idrâk ettim.

Yine bir gün pâdişahlarımızın Topkapı Sarayı'nda Revan Köşkü'nü ziyâret ediyordum; uzaktan Kur'ân okunuyordu; yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyâretimde rehber olan zâta sordum. Dedi ki: «Hırka-i Saâdet Dâiresi'nden geliyor.»

Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın türkkârî penceresi önünde durduk. İçerde iki hâfız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş oturuyordu; diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu. Rehberime sordum: «Hırka-i Saâdet önünde Kur'an ne zaman okunur?» dedi ki:

Yavuz Sultan Selim'in Hırka-i Saâdet-i Mısır'dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hâfız nöbetle Kur'an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur'an sesi kesilmemiştir.

Gezintilerimde bir hakîkat keşfettim. Bu devletin iki mânevî temeli vardır: Fâtih'in Ayasofya minâre-sinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor. Selim'in Hırka-i Saâdet önünde okuttuğu Kur'an ki hâlâ okunuyor!

Eskişehir'in, Afyon Karahisar'ın, Kars'ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!...

1990-03-04
Fazilet Takvimi


Konular